Kitabı ilk kez duyanlarınız kitabın adından dolayı bir ön yargıya kapılabilir. Son zamanlarda çıkarılan değişik tasarımlara ve iddialı adlara sahip kitaplardan sonra “Veronika Ölmek İstiyor” kulağa biraz basit gelebilir.
Kitaba ilk ekşi sözlükte denk gelmiştim, bazen de sosyal medyada kitaptan yapılmış alıntılara denk geliyordum. Kitabın ismi iddialı olmaya bilir ama kitap hakkında yapılan yorumlar hayli iddialıydı. Ayrıca kitabın yazarının “Simyacı” kitabının yazarı olan Paulo Coelho olduğunu öğrenince okumamam için bir neden kalmadı. 🙂
Kitap hakkında fikir sahibi olmanız açısından;
“Veronika, her istediğine sahip görünen, renkli bir yaşam süren, yakışıklı erkeklerle gezip tozan genç bir kadın olmasına karşın, mutlu değildir. Yaşamında bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Başarısız bir intihar girişiminin ardından, kendine geldiği zaman bir akıl hastanesindedir. Üstelik çok kısa bir ömrü kaldığını öğrenir. Zaten ölmek isteyen Veronika bu süreçte, başka dünyaların insanlarını tanırken kendisini de keşfetmeye başlar…
Paulo Coelho’nun ülkemize yakın bir coğrafyada, Bosna ve Slovenya’da geçen Veronika Ölmek İstiyor adlı romanı, var oluşumuzun her dakikasına yaşam ile ölüm arasında bir seçim olarak yaklaşıyor. Toplumun alışılmış kalıplarının dışına çıkan, farklı düşünceleri yüzünden önyargıları göğüslemek zorunda kalan insanları anlatıyor.”
Aklımda Kalanlar
Kitabı okuduktan sonra aklımda kalanları ve çıkarımlarımı ifade edecek olursam;
Monoton ve Tekdüze Bir Yaşantı
Kitabın ana karakteri olan Veronika’yı intihara sürekleyen nedenlerden biri tekdüze, monoton bir yaşayış sürdürmüş olmasıydı. Çünkü yazara göre; bir kişinin yaşamdan zevk almamaya başlamasının, hayatı sıkıcı bulmasının, bütün enerjisini kaybetmişcesine isteksiz bir hale bürünmesinin nedeni tekdüze bir yaşam sürdürüp, her gününü bir önceki günüyle aynı şekilde geçirmesiydi. Yani monoton bir yaşam sürdürüp, her gün aynı şeyleri yapmak, zamanla hayattan zevk almamamıza ve içimizde ki tüm heyecanın ve isteğin yok olmasına neden oluyordu.
Ahmet Elginkan Mesleki ve Teknik Eğitim Merkezinde katılmış olduğum bir seminer sırasında eğitmenden duymuş olduğum bir Hadis-i şerif’de aslında konuyu özetler nitelikteydi.
“İki günü aynı (eşit) olan ziyandadır.”
Acılaşma
Yazar kitapta “Acılaşma” ismini verdiği bir rahatsızlıktan bahsedip, bu rahatsızlığı şu şekilde tarif etmekte;
“Dış tehditlerden korunaklı dünyalar yaratmak isteyen kimi kişiler, fazla ileri gidip dış dünyaya karşı abartılı yüksek duvarlar örerler. Yeni insanlara, yeni yerlere, farklı yaşantılara karşı yükselen bu duvarlar onların iç dünyasını da yoksullaştırır. İşte Acılaşmak burada devreye girer. Acılaşmanın (ya da Dr. İgor’un tercih ettiği adıyla Vitriol’ün) ana hedefi iradedir. Bu hastalığa tutulanlar her türlü isteği yitirmeye başlarlar, birkaç yıl içinde kendi dünyalarının dışına çıkamaz olurlar, çünkü tüm enerjilerini çevrelerine duvar örmeye harcamışlardır.
Dış saldırılardan kaçınmak amacıyla, kendi içsel gelişmelerini de sınırlamışlardır. İşe gitmeyi, televizyon seyretmeyi, çocuk yapmayı, trafikten şikâyet etmeyi sürdürürler, ama bunlar hep otomatiğe bağlanmıştır ve herhangi bir duyguyla ilişkileri yoktur – her şey kontrol altında olduğu sürece. Zehrin bünyeye yayılmasının yarattığı en büyük sorun, tutkuların -nefret, aşk, umutsuzluk, merak vb.- su yüzüne çıkmasını önlemesidir. Acılaşan insan zamanla hiçbir istek duymaz. Ne yaşayacak ne de ölecek iradeye sahiptir artık, sorunun özü de budur.
İşte bu nedenle, acılaşan insanlar için, ünlü kahramanlar da, deliler de bitmez tükenmez bir merak kaynağıdır; çünkü onlarda yaşam korkusu da yoktur, ölüm korkusu da. Kahramanlar olsun, deliler olsun tehlikelere aldırmaz, kim ne derse desin bildiklerini okurlar. Deli intiharı seçer, kahraman bir dava uğruna kendini feda etmeyi, ama ikisi de ölür. Bu arada acılaşmış kişi her ikisinin de saçmalığını ve görkemini yorumlamaya çalışmakla geçirir gecesini, gündüzünü. Acılaşmış kişinin özsavunması için yükselttiği duvara tırmanıp dış dünyaya bir göz attığı anlarda olur bu. Derken, elleri ayakları yorulur, yeniden geriye, günlük yaşamına döner.”
Herkes Gibi Olmaya Çalışmak
Kitapta özellikle vurgulanmak istenen bir diğer nokta; Kişilerin yaşamını bir başkasına onaylatmak zorunda olmadığını bilmesine rağmen farklı olmayı göze alamayıp, enerjilerini diğer insanlar gibi olmaya çalışmakla harcaması. Yazara göre normallik fikir birliğinden başka bir şey değildir. Yani çoğunluk bir şeyin doğru olduğunu düşünür, dolayısıyla o şey doğru -normal- olur. İnsanlarda normalleşmek için çoğunluğun doğru kabul ettiği kalıplarla sınırlandırır kendini. Ayrıca insanların herkes gibi olmaya çalışmasının bir hastalık olarak tanımlandığı kitapta, konuyla alakalı şu konuşmalar yer almakta;
“İyileştim mi?”
“Hayır. Siz farklı bir insansınız, ama herkes gibi olmak istiyorsunuz. Bu da, bana kalırsa, ciddi bir hastalıktır.”
“Farklı olmayı istemek, bir hastalık mı?”
“Evet, kendinizi herkes gibi olmaya zorlarsanız, öyle. Nevrozlara, psikozlara, paranoyaya yol açar. Doğayı çarpıtmaktır bu, Tanrı’nın yasalarına karşı gelmektir; dünyanın bütün dağlarında, ormanlarında, bir tek yaprağı bile bir başkasının tıpkısı olarak yaratmamıştır Tanrı. Oysa siz farklı olmayı delilik sayıyorsunuz, onun için de Villete’te kalmayı yeğlediniz, çünkü burada herkes farklı ve böylece siz kendinizi herkes kadar normal görüyorsunuz. Dediklerimi anlıyor musunuz?”
Mari başım olumlu anlamda salladı.
“İnsanlar doğaya aykırı davranıyorlar, çünkü farklı olmaya cesaret edemiyorlar, o zaman da bünye Vitriol üretmeye başlıyor. Bu zehrin yaygın olarak bilinen adı Acılaşma’dır.”
Konuşma akıl hastanesinde ki doktor (Dr.İgor) ile hasta (Mari) arasında geçmekte. Mari sağlıklı olmasına karşın hastanede kalmayı tercih etmekte. Çünkü akıl hastanesinde kaldığı sürece herkes onu “Deli” zannedecek ve kimse yaptıklarından dolayı onu yadırgamayacaktı, sonuçta o akıl hastanesinde yatan bir “Deli”ydi. Bu yüzden akıl hastanesinde kaldığı sürece istediğini yapıyor ve bu da kendisini daha özgür ve mutlu hissetmesini sağlıyordu.
Delirme Lüksüne Sahip Olmak
Kitapta, dünyanın en yüksek yaşam standardına sahip ülkelerinden olan Kanada hakkında bir araştırmaya da yer verilmiş. Araştırmada, Kanada’da yaşayan her 5 kişiden birinde psikiyatrik bir bozukluk olduğu ve her sekiz Kanadalıdan birinin hayatta en az bir kez zihinsel bozukluklar yüzünden hastaneye yatırılacağı tahmini yer almakta. Yazarın bu araştırmadan çıkarımı; “İnsanların mutluluk olasılığı ne kadar yükselirse, mutsuzlukları da o kadar artıyor.“ şeklinde.
Benim düşüncem ise şu yönde; Kanada eğitim düzeyi yüksek bir ülke ve buna bağlı olarak da insanlar daha bilinçli. Bu yüzden insanlar sorunları kendi başlarına çözmek yerine, yardım almayı tercih edeceklerdir. Psikiyatrik problemleri olan insan sayısının fazla gözükmesinin de bununla alakalı olduğu düşüncesindeyim. Ülkemiz de sağlık bakanlığının yayınladığı raporlar da psikiyatrik tedavi gören insan sayısının az olması, ülkemizde ki insanların ruh sağlığının iyi olduğu anlamına gelmiyor. Halen ülkemiz de Psikiyatri Hastalıkları bölümüne giden insanlara deli gözüyle bakıldığı için çoğu insan sorunlarını kendi başına çözmek için çabalıyor.
Bir diğer araştırmada ise, bir toplum, savaş, salgın hastalık ve benzeri ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunda depresyon, paranoya, psikoz vakaların da belirgin bir düşüş kaydedildiği yönünde. Bu araştırmadan yapılan çıkarım ise, İnsanlar ancak koşullar buna elverdiğinde delirme lüksüne sahip olacağı.
Beklentileri Karşılamaya Çalışmak
Ailesi tarafından Veronika’ya gösterilen ve hiç bir karşılık istemeyen sevgi, Veronika’da kendi hayallerini çöpe atmak pahasına ailesinin beklentilerini yerine getirme isteğini yaratmıştı. Mesleği de, yapmak istedikleri de kendi tercihlerine göre değil, ailesinin tercihlerine ve beklentilerine göre şekillenmişti.
Bu durum sanırım size de pek yabancı gelmeyecektir. Çoğu aile çocuklarına göstermiş oldukları karşılıksız ve yoğun sevgi ile, istemeyerek dahi olsa onları yapmak istediklerinden alıkoyabiliyor. Çocuklar ailelerini hayal kırıklığına uğratmamak için kendi hayatlarından taviz verebiliyor. Kitaptan konuyla alakalı olarak bir alıntı yapmak gerekirse;
… ömrü boyunca sevilip korunduğunu hissettiği halde, sevgiyi gerçek bir kutsamaya dönüştürecek öğenin eksikliğini de anlıyordu şimdi. Biraz daha delidolu olma hakkını tanımalıydı kendine.
Ana babası gene de severlerdi onu kuşkusuz, ama onları üzmekten korktuğu için hayalini gerçekleştirmenin bedelini ödeyememişti. Belleğinin derinliklerinde yatıyordu o hayal artık; gerçi arada bir, çok güzel bir konser ya da çok iyi bir plak dinlediğinde canlanır gibi oluyordu, ama o zaman duyduğu kıstırılmışlık duygusu o kadar ağır geliyordu ki, hayalini bastırıp derin uykulara gönderiyordu yeniden.
İçinde ki ‘Sen’ ve Başkaları İçin Biçimlendirdiğin ‘Sen’
Son başlığımız olan bu kısımda daha açık sözlü olmak gerekirse; Aslında hepimiz gayet iyi biliyoruz ki gerçek kişiliğimiz ile karşımızda ki insanlara yansıtmaya çalıştığımız kişiliğimiz hiç bir zaman aynı olmadı. Hani hep, ben göründüğüm gibiyim, içim dışım bir diyenler var ya, onların pekte ciddiye alınacak bir tarafı yok. 🙂 Gerçek kişiliğini yani gerçek ‘seni’ bilen sadece sensin, insanlara karşı gösterdiğin ‘sen’ ise sadece insanların gözünde olmak istediğin ‘sen’. Yani dışarıda ki insanların seni nasıl tanımlamalarından hoşnut olacaksan karşı tarafa öyle bir ‘sen’ ile çıkıyorsun. Tabi aradaki samimiyet ve yakınlık arttıkça gerçek ‘sen’ i saklamak pekte kolay olmuyor. Konuyla alakalı kitaptan son bir alıntıya daha yer verip yazımızı burada sonlandıralım.
“Yaşamı boyunca pek çok şeyi sonuna dek götürdüğü doğruydu, ama hep önemsiz şeylerdi bunlar, bir özürle sona erebilecek bir küslüğü uzatmak, bir ilişkinin sonu olmadığını düşündüğünde adamı sevdiği halde telefon etmemek gibi. Kolay konularda ödün vermemekte üstüne yoktu; sanki ne kadar güçlü ve aldırışsız olduğunu kendi kendine böyle kanıtlayacaktı. Oysa aslında kırılgan bir insandı, hiçbir zaman üstün bir öğrenci olmamış, okulda spor dallarında da pek bir başarı gösterememiş, evinde de huzurlu bir yaşam sağlayamamıştı.
Ufak tefek kusurlarının üstesinden gelmeyi başarmış, ama yaşamsal önemi olan konularda yenilgiye uğramıştı. Başına buyruk bir kişi olduğu havasını yaratmayı başarmıştı, ama aslında çok derin bir arkadaş özlemi vardı. Kalabalık bir yere girdiğinde herkes dönüp ona bakardı, ama hemen her geceyi bir manastır odasında, antenini doğru dürüst ayarlatmaya üşendiği televizyonun karşısında yapayalnız geçirirdi. Tüm tanıdıkları onu gıpta edilecek bir kadın gibi görürlerdi, ama bu görüntüyü sağlamak, kendisi için yarattığı bu imaja uygun davranmaya çalışmak hemen hemen tüm enerjisini tüketmişti.
Bu yüzden, kendi kendisi olmak için gereken enerji hep eksik kalmıştı. Dünyadaki herkes gibi, mutlu olmak için başkalarına ihtiyaç duyan bir kişiydi, ama başkalarıyla baş etmek de zordu. Beklenmedik tepkiler gösteriyorlar, çevrelerine koruyucu duvarlar örüyorlar, aynı kendisi gibi davranarak hiçbir şeye aldırmaz numaralarına yatıyorlardı. Yaşama daha açık biriyle karşılaştıklarında ya onu daha ilk adımda dışlıyorlar ya da ona acı çektiriyorlar, onu aşağılıyorlar, “tuhaf’ muamelesi yapıyorlardı.
Güçlülüğü ve kararlılığıyla pek çok kişiyi etkilemiş olabilirdi Veronika, ama neye yaramıştı bu? Boşlukta kalakalmıştı. Yapayalnız. Villete’te. Ölümün bekleme odasında.”
Veronica ölüp gittikten sonra kendi duvarlarından da kurtulmuş olacaktı oysa… Hem bazı insanların delirme lüksünün olması gerekiyor bence. İnsanların içine bir savunma mekanizması yerleştirildikten sonra ondan bu mekanizmanın çalışmasını durdurmayı istemek de çok yanlış bence… Ben Veronica’yı anlıyorum. Veronica da kendini çok iyi anlıyor. Ama yıkamayacağı kadar büyük bir duvar örmesi onun suçu değildi.
Kitabı en kısa sürede okuyacağım. Yazınız oldukça duygusuz ama mantıklı bir şekilde ilerlemiş. Ama sanırım bu benim ya da ötekinin okuyup kendi gözüyle görmesini sağlıyor. Emeğinize sağlık.